Uçurtma
Onunla 2011
yılında ¨Sunay Akın’la Hayat Deyince¨ programının kulisinde tanıştım. Hayatım
boyunca yaşadığım en heyecan verici tanışmalardan biriydi benim için. Ona
sormak istediğim çok fazla soru vardı. Ancak hem vakit yoktu, hem de yaşlı
bedenini sorularımla yormak istemiyordum. Buna rağmen bize o kadar güzel
hikayeler ve anılar anlattı ki, hepsi kelime kelime zihnime kazındı. Yılmaz
Güney ile ilgili, tiyatroyla ilgili, sinemayla ilgili niceleri. Ama bir tanesi
vardı ki, onu hemen kenara ayırdım. Aslında benim sorduğum bir sorunun
cevabıydı anlattığı. Belki de sormasaydım söylemeyecekti. Soru çok klasikti.
Cevabı ise dünyalara bedeldi. Oyunculuğa nasıl başladınız?, İlk ne zaman
sahneye çıktınız diye sormuştum. Gelin cevabı onun cümlelerinden öğrenin.
¨Benim babam
kamyon şöförüydü evlat. Evde pek durmazdı. Sürekli direksyon başındaydı eve
ekmek getirebilmek için. Trabzon Maçka’da yaşıyorduk. Babam kamyonuna atladı mı
bazen günler bazen haftalar boyunca onu göremezdim. Eve her dönüşü olay olurdu.
Onu öyle çok özlerdim ki, bir gece önceden onu nasıl karşılayacağımı düşünür,
hayaller kurardım. Sert adamdı babam. Duygularını pek belli etmezdi. En çok
gösterdiği duygu öfkeydi. Onu göstermekten hiç çekinmezdi işte. Ama bilirdim, o
da saatlerce hiç uyumadan, bize bir an önce kavuşmak için direksyon
salladığındandı. Karşılama hayallerim hep suya düşerdi. Dedim ya, duygularını
göstermezdi diye. Ben sarılmak için ona doğru koşardım, o ise önce etrafı bir
kolaçan eder, komşulardan izleyen varsa başımı okşayıp içeri girer, yok eğer
kimse izlemiyorsa yalandan bir kucaklar, yanağımı okşar ve yere bırakırdı. Ama
Allahı var. Her gelişinde mutlaka bir hediyesi vardı. Bana her türlü oyuncağı
getirirdi gittiği şehirlerden. Tek bir şey getirmedi çok istediğim halde.
Oyuncak bir kamyon... Benim baba mesleğini yapmamı asla istemezdi biliyorum.
Hiç söylememişti bunu bana ama o, baba mesleğini seçmiş, daha doğrusu baba
mesleği ona seçtirilmişti. Bu sebeple varsa yoksa okulum ve derslerimdi.
Bizim Maçka’da her
Nisan ayında büyük bir uçurtma şenliği düzenlenirdi. Kasabanın tüm çocukları
bütün kış boyunca bu yarışmaya hazırlanırdı. Kimi bir önceki bahardan kalan
uçurtmasını onarır, bakımını yapar ve farklı renklere boyar, geçen sene
kıramadığı şeytanın bacağını bu sene kıracağını umut ederdi. Aramızdan hali
vakti daha iyice olanlar, geçen seneki uçurtmalarını bir kenara bırakır, yeni
tasarımlar peşinde koşar ve yeni malzemelerle yeni uçurtmalar yaparlardı. Bütün
bir kış gizliden gizliye süren bir rekabet olurdu Maçka çocukları arasında.
Kimin uçurtması daha büyük olacak? Kiminkinin renkleri daha göz alıcı olur
acaba? En yükseğe hangisi çıkar? En uzun süre kimin uçurtması uçar? Nisan ayı
yaklaştıkça ülkenin içler acısı durumunun da önüne geçerdi bu sorular. İşin ilginci
bu iddialı yarışma büyüklerin yüreklerine de sirayet eder, onları da
heyecanlandırırdı.
Babam evde pek
olmadığından kendi uçurtmamı hep kendim yaptım. Anamın da işi başından aşkındı
ya, pek eli değmezdi. Herşeyini kendim yapardım. Bu yüzden de kazanma şansım
olmadığını bilsem de bu beni mutlu ederdi.
O sene yarışmaya
bir ay kala müthiş bir hastalığa yakalandım. Doktor ¨Zatüre olmuşsun. Yataktan
çıkmak yok.¨ dedi. ¨Ne kadar yatayım? Üç gün?¨ Doktordan ses yok. ¨Beş?¨ hiç
unutmam doktorun o içimi acıtan babacan gülümsemesini. ¨Bu senelik uçurtman
dinlensin evlat¨ dedi. Dünya başıma yıkılmıştı. Çok ağladım. Aylarca
hazırlanmışım. Tüm emekler gitmiş boşa. Emeği de geçtim, o çayıra çıkmamak,
gökyüzünün mavi fonunu rengarenk boyayan diğer uçurtmaları görememek ne acı
geldi. Ama çare yok. Doktor son sözü söylemiş bir kere.
Babam Maçka’ya
ertesi gün geldi. Anacığım ona durumu anlatmış. Odama her zamanki soğuk ve
durgun haliyle girdi. Bir bana baktı, bir duvarlara. Dudaklarıyla birlikte
homurtulu bir şekilde bıyıklarını oynattı. Sonra hiç konuşmadan çıktı gitti.
Odaya geldiğinde uçurtmam elindeydi. Diğer elinde de bir kutu boya ve çekiçle
çivi vardı. Fırçayı batırdı boyaya. Yarım saat sonra yatağımın karşısındaki
duvar gök mavisi oluvermişti. Boya kuruyana kadar ateşten yanan ellerimi
kocaman ve nasırlaşmış ellerinin arasına aldı. Dudakları duyamadığım dualara
oynuyordu. Köstekli saatine baktı ve besmele çekerek ayağa kalktı. Uçurtmamı
alarak gökyüzünü andıran duvarıma özenle çaktı, ipini de sarılı olduğu rulodan
çözerek getirip az önce sımsıkı tuttuğu elime tutuşturdu. Sonra da gözlerimin
içine bakarak pencere önündeki vantilatörü çalıştırdı ve uçurtmamın kuyruğuna
doğru hava üflemesini sağladı. Uçurtmamı uçuruyordum artık. Hem de yatağımdan.
Dolu dolu olan gözlerini gözlerimden ayırmadı ve o zamana kadar yapmadığını
yaparak alnıma bir öpücük kondurdu. Ardından aynı ketumlukla odanın kapısını
çekip çıktı.¨
¨İşte evlat...¨ dedi
ıslanan gözlerini mendiliyle silerken. ¨Ben hayatımda ilk kez o gün sahneye
çıktım.¨
Biz o gün, müthiş
hayal gücüyle bir çocuğun hayatını değiştiren kamyon şöförü babayı rahmet ve
minnetle andık. Ben de bu gün, o kamyon şöförünün oğlu, büyük usta Erol
Günaydın’ı rahmet ve saygıyla anıyorum.