24 Nisan 2015 Cuma

Uçurtma (Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazının tamamıdır)

Uçurtma

Onunla 2011 yılında ¨Sunay Akın’la Hayat Deyince¨ programının kulisinde tanıştım. Hayatım boyunca yaşadığım en heyecan verici tanışmalardan biriydi benim için. Ona sormak istediğim çok fazla soru vardı. Ancak hem vakit yoktu, hem de yaşlı bedenini sorularımla yormak istemiyordum. Buna rağmen bize o kadar güzel hikayeler ve anılar anlattı ki, hepsi kelime kelime zihnime kazındı. Yılmaz Güney ile ilgili, tiyatroyla ilgili, sinemayla ilgili niceleri. Ama bir tanesi vardı ki, onu hemen kenara ayırdım. Aslında benim sorduğum bir sorunun cevabıydı anlattığı. Belki de sormasaydım söylemeyecekti. Soru çok klasikti. Cevabı ise dünyalara bedeldi. Oyunculuğa nasıl başladınız?, İlk ne zaman sahneye çıktınız diye sormuştum. Gelin cevabı onun cümlelerinden öğrenin.

¨Benim babam kamyon şöförüydü evlat. Evde pek durmazdı. Sürekli direksyon başındaydı eve ekmek getirebilmek için. Trabzon Maçka’da yaşıyorduk. Babam kamyonuna atladı mı bazen günler bazen haftalar boyunca onu göremezdim. Eve her dönüşü olay olurdu. Onu öyle çok özlerdim ki, bir gece önceden onu nasıl karşılayacağımı düşünür, hayaller kurardım. Sert adamdı babam. Duygularını pek belli etmezdi. En çok gösterdiği duygu öfkeydi. Onu göstermekten hiç çekinmezdi işte. Ama bilirdim, o da saatlerce hiç uyumadan, bize bir an önce kavuşmak için direksyon salladığındandı. Karşılama hayallerim hep suya düşerdi. Dedim ya, duygularını göstermezdi diye. Ben sarılmak için ona doğru koşardım, o ise önce etrafı bir kolaçan eder, komşulardan izleyen varsa başımı okşayıp içeri girer, yok eğer kimse izlemiyorsa yalandan bir kucaklar, yanağımı okşar ve yere bırakırdı. Ama Allahı var. Her gelişinde mutlaka bir hediyesi vardı. Bana her türlü oyuncağı getirirdi gittiği şehirlerden. Tek bir şey getirmedi çok istediğim halde. Oyuncak bir kamyon... Benim baba mesleğini yapmamı asla istemezdi biliyorum. Hiç söylememişti bunu bana ama o, baba mesleğini seçmiş, daha doğrusu baba mesleği ona seçtirilmişti. Bu sebeple varsa yoksa okulum ve derslerimdi.

Bizim Maçka’da her Nisan ayında büyük bir uçurtma şenliği düzenlenirdi. Kasabanın tüm çocukları bütün kış boyunca bu yarışmaya hazırlanırdı. Kimi bir önceki bahardan kalan uçurtmasını onarır, bakımını yapar ve farklı renklere boyar, geçen sene kıramadığı şeytanın bacağını bu sene kıracağını umut ederdi. Aramızdan hali vakti daha iyice olanlar, geçen seneki uçurtmalarını bir kenara bırakır, yeni tasarımlar peşinde koşar ve yeni malzemelerle yeni uçurtmalar yaparlardı. Bütün bir kış gizliden gizliye süren bir rekabet olurdu Maçka çocukları arasında. Kimin uçurtması daha büyük olacak? Kiminkinin renkleri daha göz alıcı olur acaba? En yükseğe hangisi çıkar? En uzun süre kimin uçurtması uçar? Nisan ayı yaklaştıkça ülkenin içler acısı durumunun da önüne geçerdi bu sorular. İşin ilginci bu iddialı yarışma büyüklerin yüreklerine de sirayet eder, onları da heyecanlandırırdı.

Babam evde pek olmadığından kendi uçurtmamı hep kendim yaptım. Anamın da işi başından aşkındı ya, pek eli değmezdi. Herşeyini kendim yapardım. Bu yüzden de kazanma şansım olmadığını bilsem de bu beni mutlu ederdi.
O sene yarışmaya bir ay kala müthiş bir hastalığa yakalandım. Doktor ¨Zatüre olmuşsun. Yataktan çıkmak yok.¨ dedi. ¨Ne kadar yatayım? Üç gün?¨ Doktordan ses yok. ¨Beş?¨ hiç unutmam doktorun o içimi acıtan babacan gülümsemesini. ¨Bu senelik uçurtman dinlensin evlat¨ dedi. Dünya başıma yıkılmıştı. Çok ağladım. Aylarca hazırlanmışım. Tüm emekler gitmiş boşa. Emeği de geçtim, o çayıra çıkmamak, gökyüzünün mavi fonunu rengarenk boyayan diğer uçurtmaları görememek ne acı geldi. Ama çare yok. Doktor son sözü söylemiş bir kere.

Babam Maçka’ya ertesi gün geldi. Anacığım ona durumu anlatmış. Odama her zamanki soğuk ve durgun haliyle girdi. Bir bana baktı, bir duvarlara. Dudaklarıyla birlikte homurtulu bir şekilde bıyıklarını oynattı. Sonra hiç konuşmadan çıktı gitti. Odaya geldiğinde uçurtmam elindeydi. Diğer elinde de bir kutu boya ve çekiçle çivi vardı. Fırçayı batırdı boyaya. Yarım saat sonra yatağımın karşısındaki duvar gök mavisi oluvermişti. Boya kuruyana kadar ateşten yanan ellerimi kocaman ve nasırlaşmış ellerinin arasına aldı. Dudakları duyamadığım dualara oynuyordu. Köstekli saatine baktı ve besmele çekerek ayağa kalktı. Uçurtmamı alarak gökyüzünü andıran duvarıma özenle çaktı, ipini de sarılı olduğu rulodan çözerek getirip az önce sımsıkı tuttuğu elime tutuşturdu. Sonra da gözlerimin içine bakarak pencere önündeki vantilatörü çalıştırdı ve uçurtmamın kuyruğuna doğru hava üflemesini sağladı. Uçurtmamı uçuruyordum artık. Hem de yatağımdan. Dolu dolu olan gözlerini gözlerimden ayırmadı ve o zamana kadar yapmadığını yaparak alnıma bir öpücük kondurdu. Ardından aynı ketumlukla odanın kapısını çekip çıktı.¨

¨İşte evlat...¨ dedi ıslanan gözlerini mendiliyle silerken. ¨Ben hayatımda ilk kez o gün sahneye çıktım.¨

Biz o gün, müthiş hayal gücüyle bir çocuğun hayatını değiştiren kamyon şöförü babayı rahmet ve minnetle andık. Ben de bu gün, o kamyon şöförünün oğlu, büyük usta Erol Günaydın’ı rahmet ve saygıyla anıyorum.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder